Rekabet

Rekabetin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskidir. İnsan, özü gereği üstünlük sağlama amacı ile rakiplere karşı hep bir yarışma halinde hisseder. Bunu yapılan her işe, sosyal hayatımızın her alanına, her hareketimize uyarlayabiliriz. Bu bir sistem rekabeti de olabilir, bireysel ya da grupsal rekabet de olabilir, hiç fark etmez. Örneğin bir devlet düşünün, iç ve dış alanda sürekli rakipleri ile yarış halindedir ve bu yarış bazı durumlarda olumsuz sonuçlara neden olabilir. Buna savaşları, silahlanma yarışını örnek verebileceğimiz gibi siyasi hamleleri de kategoriler arasına ekleyebiliriz. Bu ve bunun gibi sıkıcı örnekler haricinde, ben bu yazımda size başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Uzun süredir bu konu hakkında insanlarla konuşup, fikirlerini almaya çalışıyorum. Ortak kanı şu ki rekabet için en basit anlamda bir rakip gerekiyor. Bu rakip genellikle aynı sistem içinde bulunduğumuz kişi ya da kişiler arasından seçiliyor. Rekabet sonucu elde edilecek kazanç için ise ‘rakibi yenmek’ şart koşuluyor. Bence burada çok basit ve bir o kadar da kritik bir nokta bulunmakta. Klişe olabilir fakat gerçek anlamda rekabet edeceğimiz en temel unsur yine biziz. Bunu bazı bazı aklımızın bir köşesinden çıkarıp önümüze koysak da genel olarak bizim dışımızdakilere odaklanmaktan kendimizi alamıyor gibiyiz ne dersiniz? Her zaman diğerini düşünüp, onu aşmayı çalışıyor gibiyiz. Oysaki bir yarışı kazanmak için ilk etapta kendimizi geçmemiz gerekmez mi?

Örnekleyecek olursam, kendinizi bir maraton koşucusu olarak düşünün. Maratonun sonucunu belirleyen unsur, bitiş çizgisindeki sürenizdir. Gün sonunda yarışçılar elde ettikleri sürelerle yarışı kazanırlar. Düşünelim, ilk sene katıldığımız maratonun bitiş çizgisine tam 2 saat sonra ulaştık ve 5. olduk. Bu noktada kiminle yarışmamız lazım? 4. ile mi yoksa 3, 2 ve ya 1 mi ?

Üniversite sınavlarına hazılanırken bir gün dayım aradı, ona deneme sınavlarında kaçıncı sırada olduğumu anlatırken sözümü kesti ve bana bunun bir önemi olmadığını söyledi. Önce sinirlendim. Sonra düşündüm ve dedim ki her gün ama her gün çalışıp, bir önceki günün sonucunu aşabilirsem, bir süre sonra yarışabileceğim tek kişi ben olurum.  Bir daha hiç bir genel deneme sınavına katılmadım, her gün kendimle yarıştım ve kendimi aşmak için savaştım. O günden sonra sınava, yarışlara, koşulara her şeye bakış açım değişti. Kendi sınırlarımızı aşmakla yükümlüyüz bence. Temele bunu koyduktan sonra bizi ne engelleyebilir ki ?

Rekabetin tarihi nedir? İnsan neden yarışır? İnsan kimi geçmek için yarışır? Kim başlattı, nasıl devam ediyor? sorularını ararken vardığım nokta hep aynı oldu. Unutmamamız gereken şey şu, her zaman kendimizle yarışmalıyız. Gün sonunda kendimizi defalarca yenmenin sonucunda kazanan yine biz olacağız, geçmemiz gereken herkesi geçtiğimizde  bile sadece kendimizle yarışmaya devam edeceğimiz için, durmak bilmeyen bir gelişme sürecinin ortasında bulacağız kendimizi.

Sınavlar geliyor, yarışmalar geliyor, maratonlar geliyor ve bunlar hiç bitmiyor, bitmeyecek. İnsanlığın ilk gününden beri içinde taşıdığı bu duygu asla sona ermeyecek. Ama değiştirebileceğimiz bir nokta varsa o da kiminle rekabet edeceğimizdir.

İnsan her şeyi farkedilme arzusu yüzünden yapar ve kendisini fark edip, geçen insanlar başarıya ulaşırlar. Her bireyin aslında kendisi için yaşadığını düşünürsek esasında tatmin edilmesi gereken de yine biziz, bizi de ancak biz tatmin edebiliriz.

Özetle; bizim için en iyi rakip yine biziz. Önce kendimizle savaşalım, yarışalım. Gerisi çorap söküğü gibi gelecek.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*