
Teknoloji girişimi dünyasında ters giden bir şeyler var. Bunu söylediğim için bana sakın kindar olduğumu söylemeyin. Bunun sebebi yeniliklere karşı olmam, devrimlere inanmamam veya gelip geçici olmalarını düşünmem değil, ya da her girişimin başarısızlıkla sonuçlanacağını söylemiyorum. Sebebi bunlardan hiçbiri değil.
Ama durum şu ki, biri çok fazla parti davetiyesi dağıttı. Davetsiz grupların hepsi de geldi. Bu gruplar, ailenizin evindeki mobilyalara değer vermeyen, bahçenize bira şişeleri fırlatan insanlar ve kız kardeşinizin odasında baygın şekilde yüzüstü yatan bir çocuk var. O çocuk yaklaşık bir saat önce dokunulmaz olduğunu düşünüyordu, hatta yer çekimi kanunlarına meydan okuduğunu. Oraya eğlenmek için gelmişti; ama enerjisini bir anda çok fazla harcayıp erkenden tüketti.
Artık beni bir kenara çekip işlerin kontrolden çıktığını söylemeyen bir tanıdığım kalmadı. Bir kısmı bunu uluorta söylemekten de çekinmedi.
Ve ben bunlar için unicornları suçluyorum.
Başarılı şirketleri değil; değerini 1 milyar dolar olan “sihirli” rakama ulaştırarak kendini bununla tanımlayan palavracı girişimlerin ve bu işin doğrusunu savunan ölçüleri göz ardı edip girişimleri destekleyen finansçıların deli saçması kültürünü suçluyorum. Unicorn, sözlüğümüzde mide bulandırıcı şekilde yerini aldı ve işlerin tekrar nasıl bu kadar kontrolden çıktığının hikayesini anlattığımızda unicornun bu hikayenin bir parçası olacağı şüphesiz. Bundan 10 yıl sonra insanlar “unicorn” demeye bile utanacak.
Çin’de varlıklı bir yatırımcıyla tanıştım. Ona geçmişte desteklediğimiz ve 1 milyar doları aşmış değeri olan şirketlerden bahsettim. Firmamız, bu şirketlerin çoğunu finanse etmişti. Bu duruma ulaşmaları ortalama 9-11 yıllarını aldı ve yatırımlarımızın çoğu oraya hiç ulaşmadı.
Cesaret, risk, kararlılık ve pazarları erken tanımakla ilgili gerçek bir hikaye anlatmaya çalışıyordum; fakat başkalarını ikna etmekte zorlanıyordum. Hikayemin yarısını anlatmıştım ki, yarım yamalak İngilizcesiyle bana “Anladım, sizin unicornlarınız var!” dedi. Hayır, unicornumuz falan yok. Yıllarca fedakarlık yapan ve çok çalışma (ve kısmen şans) sayesinde harika başarılara imza atan kurucuları yoluyla değer kazanan şirketlerimiz var.
Ama bu kilometre taşının statü sembolü; yatırımcıları, girişimcileri, basını ve diğer herkesi harika bir takım ve müthiş bir fikri olan birinin birkaç yıl içinde sihirli bir şekilde bu duruma gelebileceğine inanmaya itiyor. Aslında çok sayıda “unicorn”un bu duruma gelmesinin tek sebebi fon piyasalarının buna izin vermesi. En azından şimdilik.
Korkum bu şirketlerin gelecekte de değerli olup olmayacağına yönelik değil. Birçoğu değerli olacaktır ve birçoğu da değersiz kalacaktır. Piyasalar böyle işler. Benim korkum, unicorn kültürünün kısa yol arayışında olan girişimci ve yatırımcılardan oluşan bir jenerasyon yaratmış olmasından. Bugünlerde özel maksatlı şirketler için para biriktiren, sendikalardan para toplayan, ikinci bir işte çalışan ya da unicorn dünyasına girmek için net değerleri yüksek kişilere danışmanlık yapan kaç insanla tanıştığımı biliyor musunuz? Bu hizmeti elbette bir ücret karşılığında veriyorlar.
İşletme yüksek lisans programını bitirdiği gibi bu işi yapan insanlar tanıyorum. Dünyanın dört bir yanında anlaşma yapan biriyle konuştum. Bana firmasının “teknik becerileri” sayesinde diğerlerinden farklı olduğunu söyledi. Ona teknik uzmanlık alanının ne olduğunu sorduğumda ise “Hayır, ben teknik eleman değilim. Sadece işin temel ilkelerini diğerlerinden daha iyi anladığımızı söylemeye çalıştım” dedi. Bu hikayeyi uydurmuyorum. Bu, 1999 yılında batan bir gemiden çıkmış bir mesaja benziyordu.
Elbette burada söz konusu olan sadece bizim endüstrimiz değil. Bu kısa yol mantalitesi toplumun her yerine yayılmış durumda. Olayın gerçekliğine tam anlamıyla geçen hafta, internetten iki müthiş makale okurken vardım (Evet, haber ve politika bağımlısıyım). İlk makale, ABD Millet Meclisi’nde eski Cumhuriyetçi Parti çoğunluk lideri Eric Cantor tarafından NY Times gazetesinde, serbest kürsü sayfasındaki bir yazıydı. Beyaz Saray’ın sözcüsü John Boehner’ın sürpriz istifası hakkında yazmıştı.
Eğer politikaya ilgi duyuyorsanız okumanızı tavsiye ettiğim serbest kürsü makalesinde Cantor, demokratlarla zor da olsa ara bulup anlaşmaya varılacak noktaları belirleyerek durumu kontrol altına almak için partinin sıkı sıkıya bağlı olduğu alanlardan vazgeçmesi yerine hükümeti kapatmayı tercih eden ve Cumhuriyetçi Parti’de iş birliği yapmayı reddeden gruba sitem ediyor. Parti’nin hedeflerine ulaşmak için kısa yollar aradığını hissediyor.
Bu olayın trajik yanı, bu kişilerin Muhafazakar Parti’deki dostlarımıza karşı dürüst olmaması. Partinizin Beyaz Saray’ı değil de millet meclisini kontrol ettiğinde neleri başarabileceği konusunda dürüst davranmadılar. Bu sebeple ülkenin faydasına olacak önemli politikaları hayata geçirmek için karşımıza çıkan fırsatları kaçırdık.
Bu dediklerim karşısında sık sık aldığım cevap şu oluyor: “Cumhuriyetçilerin hiç olmazsa savaşması gerek.”. Buna katılıyorum. İnandığımız şeylerin uğruna savaş vermemiz şart. Ama akıllıca savaşmalıyız.
Hiç şans eseri atılmış paslar sayesinde kazanan bir futbol takımı duymadım; ama bugünlerde cumhuriyetçi liderlerden talep edilen tam olarak da bu. Sahada elde edilen zafer, sıklıkla 3 metre koşmanın ve bir toz bulutunun sonucudur. Siyasette bu, artış gösteren ilerleme ile oyu kazanmadan önce insanların kalbini ve aklını kazanmak demek oluyor, yani Ronald Reagan’ın kusursuz hale getirdiği türden yönetim.”
Bu sadece siyasetle ilgili bir blog değil. Serbest kürsü sayfasının yazarı, Cumhuriyetçi Parti hakkında yazan cumhuriyetçi bir yazar. Bu, kısa yolları seçmek ile çok çalışıp fedakarlık yapmanın karşılaştırıldığı bir yazı. Bunları ben söylemiyorum, o söylüyor.
Sahada elde edilen zafer, sıklıkla 3 metre koşmanın ve bir toz bulutunun sonucudur. Bu laf hoşuma gitti. Aynı şey girişimler için de geçerli. Mesele Demo Günü için sahneye çıkmak, TechCrunch’daki bir makalede sözü edilmek ya da 20 milyon dolarlık bir anlaşmayı bağlamak değil. Mesele ürünü sürekli geliştirmek. Mesele tehditkar bugları ortadan kaldırmak. Mesele, yılın bir çeyreğinde bütçenize ulaşıp 200 bin dolarlık bir anlaşma yapmak için kışın ortasında sabah 6:15 uçağına binmek.
Bu hafta sonu bundan bile güzel bir makale okudum. Hatta şöyle açıklayayım, Aaron Bleyaert‘ten “Dört Basit Adımda Kilo Vermenin Yolları” adında, hayata yönelik müthiş bir eser okudum. İsminden anlaşıldığı türden bir makale değil, başlıkta mesaj yanlış verilmiş. Ama Aaron aslında geçen sene gerçekten 36 kilo vermiş. Nasıl mı? Çok basit:
Adım 1: Bira yok
Adım 2: Porsiyon kontrolü
Adım 3: Bir kalp kırıklığı yaşa
Adım 4: Meyve suyu yok
Ama tahmin edebileceğiniz üzere makalenin %90’ından fazlasında 3. adım üzerine konuşuyor. Anlayacağınız dilden konuşayım.
Düzenli olarak spor salonuna gitmeye başlayın. Egzersiz yapmak hakkında o kadar çok şey bilmeseniz de, 2 kiloluk ağırlıklar kaldırmaktan ve yaşlılarla eliptik makinelerini kullanmaktan fazlasını yapmak için çok güçsüz olsanız da bunu teriniz yerde göl oluşturuncaya kadar yapın. Sonra eve gidip erken yatın ve ertesi gün bunu tekrarlayın. Ve sonra yine yapın. Ve yine…
Üşütmemek için yakalarınızı kaldırın ve eve gidince tavuk göğsü ile buharda pişmiş sebzeler yiyin. Uyuyun. Tekrar işe gidin. Spora gidin. Terleyin…
Koşu bandına çıkın. Kendinizi 3. seviyeye kadar zorlayın, sonra 4’e çıkarın. Sonra 6’ya. Öleceğinizi hissedecek kadar hızlı koşun. Seviyeyi 10’a getirin. Ölmek için dua edecek hale gelin. Devam edecek gücü kendinizde bulun.
Hayatınızı dört şeye bağlı olurken izleyin: 1) İş, 2) Spor salonu, 3)Yedikleriniz, 4)Uyku.
Spor salonuna yeni gelenleri görmeye başlarsınız ve bir zamanlar imkansız olduğunu düşündüğünüz bir şeyi yaptığınızı fark edersiniz: Spor salonunun müdavimlerinden biri oldunuz. Hatta zaman zaman spor salonundan son giden siz oluyorsunuz.
Vücudunuz yavaş yavaş değişmeye başlar, sonra da tamamen değişir. Bir anda ince ve kaslı olursunuz. Hedef kilonuza ulaşıp yeni bir hedef seçersiniz, sonra ona da ulaşırsınız. Çıkıp yeni kıyafetler alırsınız. Üst üste iltifat yağmuruna tutulursunuz.
Aylar önce alkolü bırakmışsınızdır, bu yüzden barlarda ya da partilerdeyken yeni kimseyle konuşmazsınız. Ama yeni vücudunuz ve kıyafetleriniz sayesinde muhteşem kadınlar sürekli size asılır.
Sürekli ter atıp duruyorsunuzdur, tavuk göğsü yiyor, çalışıyor ve uyuyorsunuzdur ve havalar ısınıp soğuyordur. Taylor Swift’in tüm şarkılarını ezbere biliyorsunuzdur ve tüm evrende var olan tek şey siz ve spor salonunuzdur.
Spor yapmaya başlayalı tam bir sene olduğunu fark edersiniz. Koştuğunuz onca kilometre, kaldırdığınız onca kilogram, yediğiniz onca tavuk ve döktüğünüz o kadar teri düşünürsünüz. O kadar da kötü gelmez. Meselenin bir hedef kiloya ulaşmak ya da hedef ağırlık kaldırmak olmadığını anlarsınız. Mesele beklemektir. Beklemek, sabırlı olmak ve hayatın yavaşça değişeceğine, işlerin sonunda daha iyi olacağına güvenmektir. Sonuçta değişim zaman ister.
Bu makaleyi ciddi oranda değiştirdim. Çünkü makaleyi kendiniz okuyun istiyorum. Bu sebeple tekrar linkini paylaşıyorum. Bu gerçekte sevgiyle alakalı. Ve fedakarlıkla. Ve çok çalışmakla. Ve harika şeylere ulaşmak için günlük işleri de dahil etmekle. Ve kendiniz olmanın, hedeflere uyup hayatı yaşamanın günlük monotonluğu içinde hedeflere ulaşmanın hayal ettiğinizden daha kolay olduğunu fark etmekle. Bu bir tür aşk hikayesi. Çocuk kızla tanışır.
Eğer girişiminizi oluşturmak için kısa sürede 100 milyon dolar toplayacak kadar şanslıysanız, tebrikler. Fakat diğer girişimlerin %99,999’una sesleniyorum, lütfen bunun ölçü olarak alınacak bir başarı türü olmadığını bilin. Kendinizi spor salonunda, kat ettiğiniz mesafe ile, fedakarlığınızla ve kendinizi adama düzeyinizle ölçün. Eğreti partilerden, alkolden ve aşırı kilolardan kaçının ve kazançlarınızın kod satırlarıyla, sipariş formlarıyla, imzalı teklif yazılarıyla ve tekrar edilen satın alımlarla geleceğini bilin. Ve spor salonunda geçirdiğiniz bir yıl içinde kimse bunu fark etmeyebilir. 36 kilo verinceye dek bunun beklemesi gerekebilir.
Bu makale bothsidesofthetable.com’da Mark Suster tarafından 2015’te yayınlanan yazıdan çevrilmiştir.
Bir yanıt bırakın